A.KEMAL SUBAŞI (Üsküdar Kısıklı İlkokulu Müdür Yardımcısı)


Çocuklarımız nerelerden eğitim alıyor?


Heyecanla elinize televizyon kumandasını alıyorsunuz. Bir düğmeye bastınız. Karşınızda insanların birbirlerinin arkasından dedikodu yapmalarının ve önlerine gelen yemeğe bir kusur bulmalarının büyük meziyet sayıldığı bir program çıkıyor. Hemen değiştiriyorsunuz. Bir başka program: Kadın evinden kaçmış. Koca televizyonda, milyonların önünde “ben haklıyım” diyor; kadın telefonda “Yok, ben haklıyım, onun annesi böyle, kardeşi şöyle…” diyor ve böylece bir aile kavgasını, o kadar mahrem bir karı-koca kavgasını milletin önünde sergileyen program sunucusu, işi daha da kızıştırıp, kavganın dozunu arttırmak için her iki tarafı da hesaba çekiyor ve sonuç: “fiimdi reklamları izleyin.” Kızıyorsunuz ve derhal başka bir kanala geçiyorsunuz: Yetmişlik bir dede evlenmek istiyor. Paravanın arkasındaki kadınla konuşuyor. Sunucu, “Paravanı açalım mı?” diye soruyor. Paravan açılıyor. Yetmişlik dede “Ben daha genç birini bekliyordum.” diyor ve muhtemelen bu yetmişlik dede başka bir kanalın evlilik programına gitmek üzere sahneden ayrılıyor. Başka bir kanalda çarpık ilişkilerin ana tema olduğu bir Türk dizisi. Bir dizi de başka bir kanalda: Konu: Kadın mı, erkek mi eşini daha iyi aldatır. Saatinize bakıyorsunuz. Daha “sanatçıların” özel hayatlarını ve hayâsızlıklarını ballandıra ballandıra anlatan magazin programlarının başlama saati başlamamış. “Bunlar ne?” diye düşünerek bir haber kanalına tıklıyorsunuz. Sunucu “Akıllara durgunluk veren hırsızlık olayı…” diye başlıyor ve büyük bir hayranlık ve iştahla hırsızların kuyumcuyu nasıl soyduklarını anlatıyor. Başka bir haber kanalı: Cinayetler, katliamlar, bombalar, suikastlar… Mideniz bulanıyor. Hiç olmazsa çizgi film seyredeyim diyorsunuz ve karşınızda Tazmanya canavarları, modern silahlarıyla savaşan taraflar…

Televizyonu kapatıp biraz bilgisayarınızın başına geçiyorsunuz. Can sıkıntısından bir sohbet kanalına girmek istiyorsunuz ve anında yüzlerce seviyesiz, ahlaksız mesajlar ekranınıza düşüyor. ‹nternetten çıkıp, çocuğuma aldığım oyunları oynayayım diyorsunuz, masaüstünde oğlunuzun çok oynadığı bir oyunun kısa yolunu tıklıyorsunuz. Oyunun amacı “polislere yakalanmadan, mümkün olduğunca çok insan öldürmek ve mümkün olduğunca çok hırsızlık yapmak!” Tamam, size uymadı. O oyunu kapatıp, başka bir oyun açıyorsunuz: Yarış oyunu. Oyunun amacı yolda gördüğünüz yayaları ve diğer yarış arabalarını ezmek ve polislere yakalanmamak. Ezdiğimiz insan ve arabaya göre “bonus puanlar” kazanıyorsunuz. Midenizin bulantısı iyice arttı. Yollar vıcık vıcık kan... Masaüstünüzdeki bir savaş oyununun kısa yoluna tıklamaktan korkuyorsunuz artık. ‹nsanların ne kadar kolay yok edilebileceği ve bunun karşılığında alacağınız “puanlar” aklınıza geliyor…

‹yice gerildiniz. Bilgisayarı kapattınız. Pencerenize yaklaştınız. Biraz gevşemek istiyorsunuz. Sokakta oynayan çocukları seyrediyorsunuz. Bir tarafta top oynayan çocuklar… Biri diğerine “pas vermedi” diye ağza alınmayacak küfürler savuruyor. Başınızı diğer tarafınıza çeviriyorsunuz. 7–8 yaşlarında kız çocukları “gel sevgilim ol, aşkı beraber yaşayalım…”lı tekerlemeler söylüyorlar.

Sandalyenize yığılabilirsiniz. Artık düşünme vaktidir!

‹ster kabul edin, ister etmeyin; sizin midenizi kaldıran o televizyon programları, o bilgisayar oyunları, o sokak; çocuklarınızın her gün iç içe olduğu, benimsediği, içselleştirdiği, aynileştiği kahramanların sahnesidir! Artık çok geç. Ne kadar iyi, ne kadar müşfik, ne kadar anlayışlı, ne kadar eğitimli bir anne baba olsanız da çocuğunuzu sadece siz eğitmiyorsunuz!

Anne karnında dışarıdan gelen ışık, ışın, ses, beyin dalgaları gibi anlamı o anda bilinmeyen birçok unsurun etkileriyle başlayan eğitim, dünyaya gelişle beraber daha da somutlaşır ve çocuk yine anlamını bilmeden gördüğü her görüntüyü, her sesi, her etkiyi bilinçaltına kaydeder. Bu anlamlar zaman içinde belirginleştikçe, bilinçaltında saklanan anılarla birleşerek çocuğun kişiliğinin ve davranışlarının şekillenmesinde rol oynar.

Buna göre; kavgalı, sevgisiz, şefkatsiz, aidiyet duygusundan yoksun, bireyler arasında saygı ve anlayış yokluğunun yoğun olduğu bir aile ortamı; bunu perçinleyecek şiddet, aşırı disiplin veya aşırı serbestlik,  güvensizlik, baskıcılığın ön planda olduğu bir okul süreci elbette çocuğun bu davranış gelişimi ve kişilik kazanımı devresinde olumsuz etki edecek ve çocuğun ya içe kapanık, özgüveni eksik, idealsiz, silik, sünepe bir karakter geliştirmesine veya saldırgan, zarar vermeye eğilimli, çektiği fiziksel, psikolojik ve ruhsal acılarının bilinçsiz bir intikamını alırcasına canlı-cansız her varlığa sadist bir yaklaşımın hâkim olduğu bir hayat felsefesini ve yaşam tarzını benimsemesine neden olabilecektir. Ama her ikisinde de sevgi, şefkat, güven, aidiyet yoksunluğu ön planda olacaktır.

Eğitim, pedagoji ve sosyo-psikoloji uzmanlarının bu bulgularına katılmamak mümkün değil elbette. Ancak, yukarıdaki tablonun, ama yalnızca yukarıdaki tablonun olumlu olduğu durum, tamamen olumlu bir neticeyi mi gerektirir? Yani aile, çocuk eğitimi konusunda görevini yerine getiriyor; çocuğun fiziksel, psikolojik, sosyolojik… ihtiyaçlarını karşılıyor ve okul yönetimi ve öğretmenleri öğrencilerin hayata hazırlanmalarında gerekli donanımı kazanmalarını sağlayacak bir izlekte yol alıyorsa, bu çocuk ideal bir insan, bir vatandaş, bir anne-baba olur mu?

Kabul etmemiz gerekir ki bu soruya gözü kapalı “evet” dememiz mümkün değildir. Bugün biliyoruz ki, eğitim süreci anne karnından mezara kadar süren çok uzun ve özellikle “çok yönlü” bir süreçtir. Başladığı andan ölünceye kadar, duyularımıza, vücudumuzdaki sistemlere, beyin ve kalbimize, “ruhumuza” hitap eden her türlü etki, yöneliş, farkındalık; bilinçli veya bilinçsiz olarak  “bizi eğitmektedir “ ve aile, okul bu tesir merkezlerinden sadece bir bölümünü oluşturmaktadır.

Bu yazının başında tasvir ettiğimiz midenizi kaldıran manzarayı siz hayal ettiniz ancak; biliyorsunuz ki çocuklarımız yukarıdaki manzarayı ve ondan çok daha fecaatlisini her gün yaşayabilmektedirler.

Ekranlarda şiddet, terör, cinayet, katliam görüntüleriyle; son derece marjinal ve milli kültür ve ananelerimize ters aile yapılarının, alışkanlıkların övülerek verilmesiyle; sanatçı, devlet adamı gibi özenilen, örnek alınan şahsiyetlerin yaptıkları “pervasızlıklar, ahlaksızlıklar, suiistimaller, dolandırıcılıklar, kötü alışkanlıkların” tasviriyle beslenen bir görüntülü basın; bu görüntülü basının aynası, bir kopyası yazılı basın; bu basına malzeme olmaya aday, “köşe dönmeyi”, “avantacılığı” , “hazırcılığı” , “bedavacılığı” , “menfaatçiliği” , “yolunu bulmayı”… ilke ve hayat felsefesi edinmiş bir çevre; saygı, yardımlaşma, dayanışma kelimelerinin anlamını bile unutmuş, evine gelecek misafirine, yapılacak masrafı dert edinen bir komşuluk anlayışı ve bütün bunların yekunu olarak “güce” dayanan, hak ve adaletten sapmış bir hayat felsefesi…

Sizce çocuğunuzu bütün bunlardan ne kadar soyutlayabilirsiniz? Bütün bunları ne kadar kontrolünüz altında, çocuğunuza sunabilirsiniz? Siz ne kadar ideal anne-baba olduğunuza inanıyorsunuz? Dahası çocuğunuza dış dünyadan soyutlamanız ne kadar sağlıklıdır? Bütün bu kine, pisliğe bulaşmasın diye insanlardan, çevreden soyutlanmış bir çocuk, ileride bu insanlarla, bu çevreyle yüz yüze geldiğinde ne kadar hazırlıklı ve deneyimli olacaktır?... Beğensek de beğenmesek de çocuğumuzu bu ırmağa bırakıyoruz ve onu nereye götüreceğini biz tam olarak tayin edemiyoruz.

Evet; çocuğumuzu, hatta kendimizi bile eğitirken; neleri kazanıp, neleri kaybettiğimizi bir düşünelim: LCD televizyonlarımız, 3G cep telefonlarımız, bilmem kaç beygir gücünde otomobillerimiz var ama iyi bir komşumuzun, can ciğer bir arkadaşımızın eksikliğini hep hissediyoruz ve çok değil belki bir on yıl sonra çocuklarımız bayram ziyareti, hasta ziyareti, akraba gibi terkiplerin ne manaya geldiğini bize soracaklar…